Sunday 21 August 2016

Nicolas Berdiaeff

Geçmişin ancak çürümüş, kötü, yalan tarafları yok edilebilir. Geçmişte halis olan, ebedi bir değer taşıyan şey yok edilemez. Geçmişin topyekun idealleştirilmesi geleceğin topyekün idealleştirilmesi kadar aldatıcıdır. Gerçek değerin zamanla ilgisi yoktur.














Fotoğraf: 1911 Solvay Konferansı

MUHAFAZAKARLIK VE LİBERALLİK

Mustafa Şekip TUNÇ

Avrupalıların siyaset hayatı tarihinde vücuda gelen iki ana partiye verilen isimlerdir. Mutlak kırallık, hükümdarlık, padişahlık, hanlık, hakanlık, şahlıklarda ne nam ile olursa olsun parti denebilecek siyasi bir hizip yoktur ve olamaz. Bu idarelerde devlet başında bulunan şahsın mutlak yoktur ve olamaz. Bu idarelerde devlet başında bulunan şahsın mutlak otoritesi hâkimdir. Osmanlı imparatorluğu boyunca hakim olan da bu mahiyette bir otorite olmuştur. Yalnız bu otoriteye karşı şeyhülislâm denilen en yüksek manevi şahsiyetin dini ahkâm dairesinde «fetvalar» la protesto en yüksek manevi şahsiyetin dini ahkâm dairesinde «fetvalar» la protestoda bulunmak, hükümdarı tahtından indirmek hakkı mevcuttur. Bu suretle maddi mutlak otoriteye karşı manevi bir mutlak otorite ile icabında karşı komak imkanı sağlanmıştır. Tek bir insanın tasarrufunda kalmış bulunan bu otoriteler beşeri ihtiraslarla hak ve hakikate aykırı hükümlerde bulunmaktan tabiatı ile kurtulmuş olamayacağı için tam manası ile teminatlı bir  idare sayılamazdı. Nitekim er ya da geç bozularak ortadan kalkması mukadderdi. Bu rejimi takip eden «Meşrutiyet» idaresi, asırlarca mutlakıyetle hüküm sürmüş hanedanın mutlak idaresini «müntehibi saniler» yani halkın doğrudan doğruya değil de, mahdud bir takım intihapçılar vasıtası ile seçilmiş bir  mebusan ile kayıt ve şart altına alan bir intikal rejimi olarak vasıflandırılabilir. Birinci ve ikinci meşrutiyetlerimiz bu kabildendir. Her ikisinin ömrü de tabiatı ile kısa olmuştur. 

Çünkü insan nüfusunun ilmi terakkilerle ve iptidai tahsilin umumileştirilmesi sayesinde günden güne artan halk çoğunluğunu idareye karşı hassas bir hale getirmeğe başladıktan sonra Ziya Gökalp'in tabirile «içtimai galeyan» lar da baş göstermiştir. Istanbul'un o meşum işgalinden sonra millet iradesinin kaynaşma hareketleri Atatürk'ün Anadolu'ya geçerek kaynaşan milli iradeyi teşkilâtlandırması ile ihtilal hareketleri de bütün memleketi sarmış, üç yıl devam eden milli mücadelenin zaferle neticelenmesi ihtilali inkılaba çeviren, hakimiyeti kayıtsız şartsız millete kazandıran bir hareketin başlangıcı olmuştur.  Ancak bundan sonradır ki otoritenin halk iradesine doğrudan doğruya geçmesi imkânı sağlanabilecekti. "Cumhuriyet idaresi» işte bu iradenin mahsulü olmuş, otuz yıl içinde tekâmül ederek 1950 seçimlerle Demokrat Partisini iktidar mevkiine getirmekle cumhuriyetin temeli adımı atılmış, tam mânası ile halkın iradesine dayanan partilerin vücut bulması yolları da açılmıştır. Fakat, ne de olsa bu ilk adım bir emekleme çağı geçirecek, bu çağda vücuda gelen partilerin gidişlerinde acemilikten doğan aksaklıklar, birbirlerini tamamlamakta kusurlar, anlaşamamazlıklar olacak. Nihayet memleketin gerçek ihtiyaçlarına uygun partiler daha fazla tebellür edecektir. Bulunduğumuz vaziyetin bu merkezde olduğunu düşünerek intibak olgunlaşmasını muzaffer inkılâplarımızdan büyük dersler alan genç nesillerin tamamlayacağından şüphe etmiyorum. 


Bu dereceye kadar gelişen idari ve siyasi hayatımızda gelip geçen Serbest Fırkayı bir tarafa bırakırsak cumhuriyetle birlikte ilk kurulan Halk Partisi mutlak otoriteyi ortadan kaldırmak, altı oku yerleştirmeğe savaşmak itibarı ile liberal bir rol oynamış, fakat ikinci bir muhalif partinin lüzum ve zaruretini takdir etmekte oyalama yolunda hayli ısrar etmekle halk iradesini gücendirmiş olduğunu 1950 seçimleri göstermiştir. Bu vaziyetle de Demokrat Partinin daha liberal mücadeleleri karşısında muhafazakâr bir durum almış, bu yeni partinin zaferinden sonra da eski durumda ısrar etmekten kendini alamamıştır. İktisadi hayatta hemen mutlak denebilecek bir devletçiliğe sarıldığı gibi maarif hayatında da tek kitabı korumakta devam etmekle bilgi hayatını bile devlet inhisarına bağladıktan başka dil hayatını dahi devlet baskısı altına almakla hürriyetin ana prensiplerini ihlâl ve bu yüzden iktidarda bulunduğu müddetçe yayınlanan klasik eserler ve resmi ansiklopedilerin dilleri aşırı derecede anormal bir hal almıştır. Bütün bu icraat Halk Partisini, başlayan inkılâpları serbestçe ilerletmek iştiyak ve hamlelerine karşı mutlakımsı bir muhafazakârlığa sevk ettiği için başlangıçtaki liberal vasfını kaybederek kendi içlerinden bu hale tahammül edemeyenleri partiden ayrılıp yeni bir parti kurmağa mecbur edecek bir hale getirmiş, işlenen büyük hataların bir reaksiyonu olan bu partiye liberallik vasfını kazandırmıştır. 

İnkılâp tarihimizin yarattığı bu iki ana parti bugünki hali ile bir aksiyonun reaksiyonu olarak vücut buldukları ve birer müessese olarak pek genç oldukları için aralarındaki mücadele tabiatı ile şiddetli oluyor. Fakat zamanla durularak devamlı olabilecek asıl hakiki vasıflarını kendilerinden sonra teşekkül etmeğe başlayan partilerin karşısında bulacaklardır. İçin için kaynayan sağ ve sol temayüller inkılâbın doğurduğu bu iki ana partiyi karşılıklı anlaşmalarla birleşmeye veya birbirlerini tutmaya sevk etmek ihtimali çoktur. Kaldı ki büyük bir çoğunluğun hâlâ kara bir cehalet içinde bulunduğu bir memlekette demagoji ile halkı, sağduyusuna rağmen şaşırtmak, iptidai zihniyetlerine göre seçimlere sevk etmek tehlikesi olabilir. Mantık işlemeyen bu zihniyet yapıcı olmak iktidarından mahrum olduğu gibi, meydanı boş bulursa, tarihimizde birçok emsalini gördüğümüz gibi, çok yıkıcı olabilir. İptidai inançlara körü körüne bağlı olan bu cehalet zamanımız hayatına karşı tamamı ile şuursuz bir durumdadır. Şuurlu bir halk rejimimiz olması için bu kara cehaleti inkılâpçı bir hamle ile istihsal kudretini artıracak bir aydınlatmaya ulaştırmak lazımdır. İnkılaplarımızın kilit taşını bu aydınlatma teşkil edecektir. Aksi halde çok üzücü irtica harpleri din maskesi altında bütün inkılapları güveler gibi için için kemirmekte devam edecektir. Tarihi kahramanlığına zerre kadar halel gelmemiş olduğunu Kore cenk meydanlarında bütün cihana ispat etmiş olan bu masum vatan çocuklarını bir an evvel politika madrabazlarının elinden kurtarmalıyız. 

Siyaset âleminde görülen bu iki ana parti adlarının delalet ettiği manaya göre birbirleri ile uyuşma kabul etmez zıt iki siyasi fonksiyon gibi görünür. Bunların mütemadiyen çatıştıklarını sathi olarak görenler için böyle bir zehap varit olmaz değildir. Fakat bu fonksiyonların gerçek mahiyeti bu derece basit olmadığı gibi mütenakız olmaktan da çok uzaktır. Çünkü beşeri tabiata ait olan bu içtimai-siyasi fonksiyonların ana tabiata dayanan derin kökleri vardır. Onları âdeta insiyaki olarak doğuran da bu köklerdir. Kaçınılamaz fonksiyonları ile anlaşılmaları için bu köklere kadar uzanmak lazımdır. 

Bunun için evvela ana tabiatın nasıl bir oluş ile sürüp gittiği üzerinde bir az durmalıyız. Buradaki gidişin tekâmül seyrine bakılırsa, içinde bütün canlılar da dahil olduğu halde, kendi kendini oluşturan, akıl ve zekamızdan müstakil olarak devam eden şaşmaz bir düzeni olduğu görülür. Cansızlar âleminde «tabiat kanunları», canlılar dünyasında «içgüdüler» bu düzenin başlıca âmilleridir. O halde ki, sürekli bir zaman içinde etkili olan bu âmiller bir yandan kısmen muhafaza ederken bir yandan da mütemadiyen değiştirmek gibi çifte bir rol oynar. Yeraltında kalan ormanlar kömürleşiyor, çam zamkları kehribar oluyor; maden kömürleri içinde elmaslar vücut buluyor. Büyük tazyikler altında çeşitli toprakların kaynaşmalarından rengarenk mermeler vücuda geliyor. Canlılar alemine bakılırsa bu amillerin oynadığı rolün daha seri olarak aynı mahiyette devam ettiği görülüyor. Bir hücreli canlılardan başlayarak sayısız bitki ve hayvanlar yaratarak insana kadar geliyor, aynı zamanda hepsini veraset kanunları ile muhafaza ediyor. İlmin en çok rağbet ettiği tabiat telakkisi bile bu harikulade oluşu havsala kabul etmez tesadüflere atfetmekten başka birşey yapamadığı için son derece basit, basit olduğu kadar da mevhum bir faraziye olmaktan ötede gidemiyor. Gerçekte vaki olan oluşa bakılırsa tabiatta insiyaki bir şuurun mevcut olduğu, mütemadiyen yükselen tekamülün bu şuurla sürüp gittiği söz götürmez bir surette kendini gösteriyor. Böyle bir insiyaki şuur olmasaydı hayvanlarda bile yaşama ihtiyaçlarına göre bir şuur olamayacağı gibi insan şuuru da doğamazdı. Çünkü her varlık ancak bir varlıktan gelebilir. Kaldı ki, insan şuuru bile bütün üstünlüğüne rağmen daha çok insiyaki şuurun etkisi altında yaşıyor. Sanatın sihri de bu şuura nüfuz etmekten doğuyor. İlmin yaptıklarına bakılırsa sadece eşya ve onların hassaları arasındaki münasebetleri araştırıp geliştirmek, bu vadide elde ettiği müspet verilerden tekniğe ulaşmaktan ibaret kalıyor. En büyük keşifler deha dediğimiz insiyaki bir şuurun sezişlerinden doğuyor. 

Ana tabiatın ne mahiyette bir düzen içinde sürüp gittiğini gördükten sonra insanların yarattığı cemiyet ve medeniyet düzenlerini daha derinden anlamak kabil olacaktır. İçtimai hayatın tarihi de cemiyetlerin yerinde saymayıp mütemadi bir evrim ile geliştiklerini gösteriyor. Hariçten bir tesir alamadığı müddetçe donmuş, kalıplaşmış bir halde kalan kapalı cemiyetlerin tamamı ile muhafazakâr olan durumları harici tesiler ve büyük dinlerin sevkile git gide açık cemiyetlere inkilap etmeye başladıklarına göre bunlarda da liberalliğe doğru açılma istidadının meknuz bir halde olduğunu, içtimai bir şuursuzluktan şuurluluğa doğru gittiğini gösteriyor. Aynı zamanda bütün bu geçişlerde içtimai bir veraset hiçbir zaman eksik olmuyor, yeni bütün medeniyetlere eski medeniyetlerden birçok miraslar kalıyor. Nitekim, hurafat denilen şeyler iptidai medeniyetlerden kalma miraslardan başka birşey değildir. Uyandırılmamış halk yığınları da daha çok bu mirasların tesirleri altında kalmış zavallılardır. Tekinsiz yerler, uğursuz günler, ağıza alınamaz isimler, vehmetmek (erkeklerimiz daha düne kadar karılarının adını evde bile ağıza almaz, yahu diye çağırırlardı), lokma dağıtmak gibi daha birçok adetler iptidai medeniyetlerden kalma miraslardır. Uzviyetimizde bile boğazımızın iki yanındaki tiroid guddeleri (bezeler) balık galsamalarından kalmışlardır. Aslında şuurlu olmayan bu iptidai medeniyet mirasları otomatik olarak yapıldığından bu mahiyetteki muhafazakarlıklar aydın cemiyetlerde müspet bir rol oynıyacak gibi değildirler. Fakat büyük çoğunluğu cahil kalmış cemiyetlerde uyanık davranılmazsa ileri hareketlere karşı kör ve korkunç bir engel olabilirler. Otuzbir Mart ve Patrona Halil isyanlarında ileri sürülen sözde din kaygısı da iptidai zihniyete geçirilmiş bir maskeden ibarettir. Halk çoğunluğu karanlıkta kaldıkça irtica temayülleri daima baş göstermek istidadında olacaktır. Hatta ileri cemiyetlerde bile mazi hasretile olan sarsıntıların önü ancak son zamanlarda alınmıştır. Nitekim, ananecilik ile demokrasinin Fransa'daki çarpışmaları hayli çetin olmuştur. Yalnız bu çatışmalar iki taraftan da şuurla yapıldığı için bir fikir ve kanaat mücadelesi olarak kalmıştır. Henüz pek genç olan demokrasimizde de fikir ve kanaat mücadeleleri olacaktır. Yalnız bu mücadelelerin şuurlu ve samimi olması, demagojilere sapmaması beklenir. Aksi takdirde kaybedecek olanlar demagoglar olacaktır. Çünkü bugünkü uyanık dünyada demagojinin geçerlik ömrü kalp akça gibi ancak pek kısa olabilir. 

Burada şuurlu bir medeniyet olgunluğuna nasıl varıldığı sorulacak? Tarihe bakılırsa bu mertebeye ancak aydınlanmalar sayesinde erişildiği görülür. Nitekim beşeriyet tarihi üç aydınlanma kaydediyor. Birinci aydınlanma Yunan medeniyetinde, ikinci aydınlanma bu medeniyetten ilham alan Rönesans'ta, üçüncü aydınlanma XVIII inci asırda oluyor. Şuurlu muhafazakârlık ve şuurlu liberallik de bu aydınlanmalarda doğuyor. Burada da aydınlanma ne demektir ve nasıl olduğu sorulacak? Aydınlanma diyince tabiatın realitelerine dönerek gerçek bir dünya görüşüne ulaşmak, başta ilim ve felsefe olmak üzere ve bunların yardımları ile yaratıcı kudretler kazanmak ve bu kudretleri içtimai hayatın hayır ve selâmetine kullanmak anlaşılır. Böyle olunca cemiyetlerin mazi, hal ve istikbâlleri gerçek bir görüş ve anlayışla ve aynı ehemmiyetle düşünülecek, daha çok mazinin hatıra ve kayıtlarına eğilmiş olanlar muhafazakârlığı, terakki idealine meclup olanlar da liberalliği tercih edecekler ve bu iki temayül şuurlu medeniyetlerde iki ana partinin kaynağını teşkil edecektir. Mazi ne kadar şerefli olmuşsa muhafazakârlık o derece teveccüh kazanacak, ilerleme ihtiyaç ve zarureti arttıkça da liberallik ön alacaktır. Şuurlu medeniyetlerde bu iki ana parti rollerini birbirlerini tamamlayan bir ahenk içinde yapıyorlar. 

1 Ocak 1954

Türk Düşüncesi
Aylık Fikir ve Sanat Dergisi




Sayı:2 Cilt:1

Daniel Yergin - Petrol


26008842Elinizdeki kitap Petrol adını taşımasına karşın aslında yüzyılımızın tarihidir. Çünkü petrolün modern anlamdaki tarihi gelişmesi 19. yüzyılın ikinci yarısından başlamasına karşın, yüzyılımızı büyük ölçüde etkilemiştir. Bunun nedeni petrolün dünyadaki temel politikaları belirler hale gelmesi ve günlük yaşamımızı kökünden değiştirmesidir. Petrolün etrafında kümelenen güç ve zenginlik savaşını epik bir anlatımla ve kronolojik olarak veren bu kitap, Japonların Pearl Harbour baskınından, Hitler’in Rusya’yı istilasına, Süveyş krizinden Yom Kippur savaşına kadar dünyamızı etkileyen olaylarda petrolün nasıl kritik rol oynadığını göstermektedir. Yergin, çalışmasında tüm bunları sergilerken hem ekonomi ve teknolojinin genel yönlerine hem de işadamları ve politikacıların strateji ve entrikalarına değiniyor. Bu hikâyenin oyuncuları arasında kimler yok ki? Petrol dünyasının en zengin ve en nüfuzlu kişisi D. Rockefeller, Henri Deterding, Gülbenkyan, J. Paul Getty, Armand Hammer ve daha pek çoğu oyundaki yerlerini alıyorlar. İsimler bu kadarla kalmıyor elbette; Winston Churchill, Adolf Hitler, Joseph Stalin, İbni Suud, Muhammed Musaddık, Dwight Eisenhower, Henry Kissinger, petrolcülükten başkanlığa giden öyküsüyle George Bush ve tabii Saddam Hüseyin de birer birer karşımıza çıkıyor. Bu ilginç ve önemli hikâyeyi Daniel Yergin’den daha iyi kim anlatabilirdi ki? Dünya petrol endüstrisinin önde gelen otoritelerinden biri olmasının yanı sıra Newsweek dergisinin tanımıyla “yazılarıyla geçmişi yaşama geçiren ender tarihçilerden biri olarak” Daniel Yergin, ufkumuzu açıyor, dünyayı daha iyi kavramamızı sağlıyor. 


742 pages
Published December 8th 2014 by Türkiye İş Bankası Yayınları

ISBN
9754580631


İngilizce Orjinal Versiyonu